Şiirde Anlamsızlık ve Boris Pasternak Üzerine
“Şiirdeki güzelliğin nerede olduğunu anlarsak artık onu o kadar güzel bulmayız. Tamamiyle anlayamadığımız şey: işte şiir budur.”
~Dezsö Kosztolanyi
Mumla aradığımız anlam
Anlam, yüzyıllar boyunca sanata ve sanat anlayışına farklı boyutlar katmıştır. Kültürün de etkisiyle sanatçılar sanatlarını icra ederken hayal güçlerini ve anlamsal yaratıcılıklarını da konuştururlar. XIX. Yüzyılda bazı sanat yapıtında anlamsızlığa rastlamamız az da olsa olağan bir durumdu. Fakat XX. Yüzyılın başlarında toplumun anlamakta zorluk çektiği yapıtlar hayli artmaya başlamıştır. Böyle bir değişime sanatın topluma karşı olan tüm zincirlerini kırıp özgür hale gelmesi diyebilir miyiz? Sanat açısından bakacak olursak evrenselliği ve özgür sanat anlayışını destekler bir durum olarak görünüyor. Günümüz toplumu, sanatçının eserinden neyi anlaması gerektiğini tam olarak kavrayabilmiş değil. Bunun en çok görüldüğü sanattan birisi ise şiir sanatıdır.
Kelimeler herkesin kullanmış olduğu eşyalar gibidir. Düşüncelerimizi başkalarına ifade etmeye yararlar. Her şair, şiirine kendi düşüncesini katmak zorunda değildir. Bir anda aklına geleni sanatına dahil etmesi de olağan bir durumdur. Türk şiirinde anlamsızlığa çokça rastlıyoruz. Başta Orhan Veli olmak üzere Garip akımıyla şiirde ölçüyü, kafiyeyi, düzeni kaldırarak serbest şiir anlayışını getirmiştir. Daha sonra türk şiiri; İlhan Berk, Cemal Süreya, Ece Ayhan, Edip Cansever, Turgut Uyar ve Sezai Karakoç'un bulunduğu İkinci Yeni akımıyla gerçekcilik ve mantıksallıktan hayli uzaklaşıp imgeselliği benimsemiştir.
Dört kişi parkta çektirmişiz.
Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi...
Anlaşılan sonbahar,
Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli,
Yapraksız arkamızdaki ağaçlar.
Babası daha ölmemiş Oktay'ın.
Ben bıyıksızım.
Orhan, Süleyman Efendi'yi tanımamış.
Ama ben hiç böyle mahzun olmadım...
Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?
Oysa hayattayız hepimiz...
~Melih Cevdet Anday
Kimi muhafazakar şairimiz ise böyle bir akımın türk edebiyatımıza biçim, düzen bakımından zararlı olduğunu düşünerek kınıyor. Bunlardan birisi de XX. Yüzyılın büyük şairlerinden olan Necdet Evliyagil’dir. Evliyagil’in “Şiirimizde Anlamsızlar” adında bir kitabında bu konuya dair çarpıçı örneklerle karşılaştım. Öncelikle Evliyagil’in anlamsız şiirlere bakışı, ikinci yeniciler akımını eleştirirken açığa çıkıyor:
“Bugün edebiyatımızda yeni bir çığır açtıklarını hayal eden ve anlamsız olarak vasıflandırılan ikinci yeniler, yakaladıkları bir kelimeyi sağından, solundan, üstünden ve altından çekerek; ona benzer tabirleri bir araya getirerek, mısra düzerler... Pek tabiidir ki, bunlara şiir demek için, insanın aklından zoru olması lazımdır.”
Evliyagil’in bu sert eleştirisi, tamamen türk edebiyatı adına kaygılanmasından ve anlamsızlığın asla hoşa gidilmemesi gerektiğini düşündüğünden meydana geliyor olabilir. Anlamsız şiirlerden bazı örnekler de sunmuştur kitabında:
Yolun bizim kazaya uğrarsa
Selam söyle soranlara.
Sormazlarsa
Zengin olduğumu dersin.
O zaman anamı da
Sorarlar, babamı da.
~Basri İmece
Bö, böcek bile değilsin,
Elin ayağın yok ki Bö.
Ama hangisi güzel,
Böğürtlenlerin hangisi, bu dişi tarlada, Bö?
Gider gittiklerin uzak, yavaş
Bir varlığın öte sürelerine Bö.
Karanlıklar, nice böğürsem bana karşılık vermez,
Yalnız çocuklara seslenir Bö
Bö, benim öküzlerin, benimle ölümün birleştiği yerde misin Bö?
~Fazıl Hüsnü Dağlarca
Orada ağır bir şey var
Sesin üstünde çok ağır
Şurada ağır bir şey var
Gözün üstünde çok ağır
Burada ağır bir şey var
Sözün üstünde çok ağır
~Arif Damar
Çocuk büyür
Babası kadar olur
Ondan sonra efendim
Ölür!
~Orhon Murat Arıburnu
Şimdi bu şiirlere baktığımızda bir anlam çıkartmakta zorlanabiliriz fakat okunduğunda kulağa hoş gelebilme ihtimali de vardır. Sizce anlamsız bir şey hoşumuza gidebilir mi? Hoşumuza gitmeyen bir sanatı sanattan sayar mıyız? Uzun tartışmalara sebebiyet veren bu sorular toplumu ikiye ayırmıştır. Yaşar Nabi Nayır’ın “Şiir Sanatı” adındaki, şiir üzerine söylenmiş büyük şairlerin sözlerini derlediği bir kitabında Orhan Veli, sanattaki anlam karmaşasına güzel bir dokunuş yapıyor:
“Maksadın anlaşılmakla hasıl olacağını sananlara her anlaşılan şeyin güzel olmayacağını söylemek yeter sanırım. Bunun gibi, birçok şeyin de anlaşılmadan güzel olduğunu, onlardan haz duyulması için anlaşılmalarına hiç de lüzum olmadığını hatırlatırım. Mesela çiçeğin kokusundan hoşlanmak için onu anlamaya herhalde lüzum yoktur. Ben, anlamak sevdasından bir türlü vazgeçemeyen o zatlara, bu arzularını daha kolay tatmin edebilmeleri için başka şeyler tavsiye ederim. Vazgeçsinler sanat eserleri üzerinde düşünmekten. Makaleler, ilmi kitaplar okusunlar. Onlar da hafif gelirse bilmece halletsinler. Hem kendileri rahat ederler, hem de sanatla uğraşanları rahat bırakmış olurlar. Resmin kıymeti, ressamın içindeki yaratma heyecanının o eserde o nisbetler ve o renklerle geçmiş olmasındadır. O şekilleri ressama belki yine tabiattaki benzerleri hatırlatmıştır. Ama bundan ne çıkar; mühim olan, o şekillerin, bir sanat endişesi içinde birleştirilmeleridir.”
Orhan Veli’nin bu yeni sanat anlayışı toplumumuzda çokca tercih edilen postmodernizme bir zemin hazırlamıştır. Garip akımı, zamanında ne kadar çok eleştirilmiş olsa bile en çok onların etkisi vardır günümüz şiirlerinde.
“Ne masayı anlatacağım diye masa kelimesini kullanacaksınız, ne kuşu anlatacağım diye kuş kelimesini, ne de aşkı anlatacağım diye aşk kelimesini.”
~Jean Cocteau
Evliyagil’e tekrar dönelim. Çünkü dünyadaki sanat anlayışında büyük ivmeler kazandıracak başka anlamsız akımları da eleştirmiştir ve şiirin nasıl bir sanat olduğuna dair görüşleri şu şekilde:
“XX. Yüzyılda ortaya çıkan Cubisme, Dadaisme, Futurisme, Fovizme ve bunu takip eden bir yığın cereyana mensup kaç şairin şiiri hoşumuza gitmekte ve hafızamızda yer etmektedir. Şiir her şeyden evvel hoşa gitme sanatıdır.”
Bu saydığı akımlardan dadaizm, yaklaşık 1916, I.Dünya savaşı yıllarında ortaya çıkmış ve tam olarak dünyada farklı bir konuma düşmüş, anlamsızlığın temelini atmış bir akımdır.
Dadaizm ya da da da da dadacılıkk!
Dil ve estetik kurallarını, mantığı hiçe sayan bir protest akım olan dadacılık, Fransız şair Tristan Tzara tarafından kurulmuştur. Hiçbir anlamı yoktur. Dada manifestolarında da hiçbir anlam ifade etmediklerini çoğu yerde vurguluyorlar. Bu akıma mensup olanlar istedikleri gibi sanatlarını hiçbir şeye bağlı olmadan üretmektedir. Saçma sapan olması önemli değil. Birliğe karşı ama birlikten yana. Kendilerinin dışında kalan akımları gereksiz gören radikal bir tarafları da vardır. İlkelere de karşı oldukları halde kendilerini ifade eden manifestolara da gerek duymuşlardır. Konformizmin her türünü reddeden bu acayip akımın şiirde de kullanıldığına şahit olduk. Tzara, şiirlerini gazeteden kesilen sözcükleri bir şapkada karıştırıp rastgele çekerek yazmıştır.
“Şiiri gökte aramak gereksizdir. İnsan toprağa eğilmesini bilmeli. Şiir, yerdeki otların içindedir.”
-Boris Pasternak
Şiirde Anlamsızlığı daha derinlemesine işleyecek olursak "Doktor Jivago" romanıyla Nobel Ödülüne sahip olan Boris Pasternak'ın şiirlerine bakabiliriz. Pasternak'ı seçmiş olmamın nedeni ise benim için çok özel bir şair olmasından ziyade pek çok duyguyu yaşamış ve kendi şiir dilini yaratmış olmasından dolayıdır. Kişiliğine şekil veren mistisizm, şiirlerinin temelinde de karşımıza çıkıyor. Şiirlerindeki anlamsızlığı elbette ki sadece mistisizmle sınırlandırmak mümkün değil. Kullandığı kelimelerin başka anlamlara da geliyor oluşu ve konumları şiiri herkesin farklı şekilde anlayabileceğini veya hiç anlayamayacağının çıkmazına sürüklüyordu. Bu anlamsızlık buhranı bununla da kalmaz, çevirmenlerin Pasternak’ın dilini kavrayabileceklerini düşünmesi büyük bir yanılgıydı. Yine de şiirler çevrilip badem kokulu kitaplarda okunacaktı.
Şair mutlaka tanınmalıydı!
Peki iyi bir şekilde mi yoksa kötü bir şekilde mi? Başka dillere çevrilmiş bir Pasternak şiiri ruhsuz bir bedendi. 1958’de Nobel Edebiyat ödülüne layık görüldükten sonra Pasternak bir telgrafla ödülü reddetmiştir. Çünkü siyasilerin baskısı altındaydı. Ama bir şekilde "Doktor Jivago" romanı İtalya'ya sızdırılmıştı. Çevirmenler Pasternak’ın eserlerinin telif hakkını elde edebilmek için yarış ediyorlardı. Eserlerin doğru bir şekilde çevrilmesi değil de hızlı bir şekilde çevrilip basılması daha çok önem arz ediyordu. Belki onu tanıyamayacaktım şiirleri çevrilmiş olmasaydı. Fakat Onları okurken bende anlamsızlığa düştüm, biçim olarak farklı yazılmış olması ve felsefik düşünceler de barındırıyor olması ilgimi çekti. Anlam veremediğimiz şiirlerde kimileri şiiri ve şairi daha gizemli halde tasvir edip okuyucuyu bir anlam arayışına çıkartır ve okuyucu bundan zevk alabilir. Tıpkı bir bulmacayı çözer gibi. Kimileri de anlayamadığı şiiri başarısız bir şiir olarak nitelendirir ve boşluğa doğru savurur dizeleri. Ne yazık ki hiçbir akımın etkisinde kalmadan empresyonist biçimde şiir yaratıp insanların beğenisine sunmak XX. Yüzyılda epey zordu. Çünkü empresyonist şiirler yazmak ilgi çekici olmayan modası geçmiş bir akım olarak görülmeye başlanmıştı. Romantikler, realistler, sembolistler ve fütüristlerin yoğunlukta olduğu bir çağ başlamıştır. Bu akımların yanı sıra şiirlerin konusu politikayla şekillenir olmuştur. Pasternak ise bu tarz şiiri benimsemiyor, yarattığı şiirsel dilin beğenilmemesini veya anlaşılmamasını doğal olarak görüyordu. Sessizliğini koruyarak yazma tutkusuna ve doğanın ihtişamına kulak veriyordu.
SONBAHAR
Dağılın dedim ev halkına,
Bütün dostlar çoktan dağıldı,
Ve doldu kalbe ve doğaya
Tüm zamanların yalnızlığı.
Bekçi kulübesindeyim bak
Seninle, ıssız bir orman bu.
Yollar, şarkıya uyarak
Yarı yarıya otla dolu.
Şimdi acı duyarak bizi
Seyrediyor kütük duvarlar.
Hiç beklemeyin cengimizi,
Geberip gideceğiz, o kadar.
Birde oturup üçte kalkarız,
Bende kitap sende el işi,
Ve şafak söker, anlamayız,
Artık öpüşmediğimizi.
Umursamadan ve görkemli,
Yapraklar, dökülün, hışırdayın,
Ve dünün acı kasesini
Bugünün hüznüyle çoğaltın.
Bağlılık, çekicilik, gönül!
Dağılalım bu hengamede!
Güzün hışırtısına gömül!
Dona kal veya çıldır sen de!
20’li yaşlarında fütürist gruplarda yer alsa da bu mecralarda uzun süreli kalmamıştır. Pasternak’ın ilk şiirlerinde Kant felsefesinden etkilendiği görülmektedir. Halk tarafından şiirlerinin anlaşılmıyor oluşu yüzünden şiirlerini zamanla sadeleştirmeye çalışmıştır. Bu dönemde doğayla toplum sıkıntılarını birleştirerek sembolist bir yapıda eserler vermiştir.
Mayakovski ve Sergey Yesenin zamanları
I.Dünya Savaşı ve Bolşevik Devriminden sonra ailesi yurt dışına göç ettiğinde Pasternak, Moskova’da kalmayı tercih edip eserlerini edebiyata kazandırmaya devam etmiştir. Bu dönemde Rusya'nın en sevilen ve saygı duyulan şairlerinden Vladimir Mayakovski ve Sergey Yesenin ile dost olmuştur. Onlarla birlikte şiir konferanslarında bulunmuştur. Yesenin ile bazı zıtlıkları vardı. Hatta Yesenin, bir mektubunda Pasternak’ı sevmediğini açıkça belirtmiştir. Yesenin akıl hastalıkları geçirerek 1925’de bir otel odasında intihar edince ülke çalkalanır. Onun mezarı başında intihar edenler bile olur. İntihar etmeden önce kadim dostu Mayakovski’ye bir veda şiiri yazmıştır:
Elveda dostum benim, elveda
Can dostum seninle dolu göğsüm
Çok önceden belirlenen bu ayrılık
Buluşmayı vaad ediyor ilerde bir gün.
Elveda dostum el sıkışmadan, konuşmadan,
Üzülme ve kaşlarını eğme mutsuz.
Ölmek yeni bir şey değil dünyada,
Ama yaşamak da daha yeni değil kuşkusuz.
~Sergey Yesenin
Ve bu şiirin ardından çağdaş rus şiirinin simgesi olan Mayakovski de derin bir acıyla 5 yıl sonra intihar etmiştir. Mayakovski Ekim Devrimi'nin en büyük destekçilerindendi fakat intiharı kişisel yalnızlığından süre geldiği düşünülüyordu. Konferanslarda dar kafalı komünist şairler tarafından çokça eleştiriye maruz kalıp tek başına onlarla uzun süre mücadele etmiştir. Fütürizm akımının öncüsüdür ve Nazım Hikmet’in etkilendiği şairler arasındadır.
Stalin'in diktatör, baskıcı yönetimi, çoğu şair ve yazarın özgürce sanatını icra etmesine fırsat vermiyordu. İdeolojisine karşı atıp tutan kim varsa Sovyetler Birliğinde onları barındırmıyordu. Fakat Pasternak için bu geçerli değildi. Stalin, Gürcistan asıllıdır ve Pasternak Gürcistan'a aşık bir şairdi. Tiflis'e yaptığı ziyaretlerde pek çok şairle dostluklar kurmuş ve onların şiirlerini Rusçaya çevirmiştir. Bundan dolayı Stalin ile Pasternak'ın arası ılımlı kalmıştır.
Pasternak, Mayakovski ve Yesenin'in vefatından sonra “Şairlerin şairi” ünvanını almıştır. II. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birçok eserinin müsveddeleri kaybolmuştur. Ama o soğukkanlılığını bozmayarak şu cümlelerle olayı sinesine çekmiştir:
“Hayatta kaybetmek kazanmaktan daha zordur. Bir tohum ancak öldüğü zaman filiz verir.”
Pasternak’ın hayata filozofça yaklaşımı her şairde görülmeyen şeydir. Genelde şairler duygularına kendilerini çok kaptırıp düşünme yetilerini gölgede bırakırlar. İçlerindeki duyguyu aktarmaya gayret gösterirler. Pasternak ise alışılmışın dışında bir şair olduğu için toplum tarafından anlaşılmakta zorluk çekmiştir. Son bir yıl içinde çevirmenlerin bu şairi çevirirken gerçekten onun kelimelerine sadık kaldılar mı diye çok düşündüm. Nitekim önemli bir şairin, hala yaşamakta olmayan bir şairin eserleri büyük bir saygınlığa bağlı kalarak incelikle çevrilmelidir. Hele ki şair kendi dilini yaratmışsa.
1960’da öldükten sonra, eşi Olga Ivinskaya’ya Pasternak’ın şiirlerini nasıl bulduğunu sorduklarında verdiği cevap dikkatimi çekmişti: “Onun şiirlerini tam olarak anlamıyordum. Ama zeki bir adam olduğunu biliyordum.”
Peki gerçekten bir insanı veya bir sanat eserini sevebilmek için onu anlamamız gerekir mi?
Şuan ülkemizde bilinmeyen Boris Pasternak’ın ün karşısındaki tutumunu bir şiirinde duyururken bu satırlardan etkilenmemek zordur. Bu şiiri ile birlikte yazıyı sonlandırıyorum. Görüşmek üzere...
Ün kazanmak yaraşmaz;
Yüceltici değildir seçkinlik...
Herşeyini vermek – işte yaratıcılık
Duyulmaz, görülmezlik değildir kayıp
Hiç bir anlam taşımadığın halde,
Herkesin dudaklarında olmak ne ayıp...
Sabahın erken saatlerinde
Güz sisi nasıl örterse uykulu kırları,
Gelişmelerini gizlemek için sen de
Bilinmeyen bir kişi olarak kal.
Ayaklarının bıraktığı canlı izi
Adım adım izleyecektir başka birisi,
Ama üstün tutmamalısın
Zaferini yenilgine sen.
(0) Yorum